FATİHA SURESİ TEFSİRİ 7. AYET
7. AYET
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ.
Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da doğrudan sapmışların yoluna da değil!
Doğruyu anlamanın ve bu anlamı pekiştirmenin yolu olayın hem doğrusunu hem eğrisini bilmekten geçer. Doğru yolu arayanlar bulunduğu yolun doğru olduğundan emin olmak isteyenler tarihte yanlış yolda yürümüş olan insanları uğradıkları gazabı ve bilinçsizce yaptıkları kulluktan dolayı sapıtanların düştüğü durumu bilmesi gerekir. Bilmelidir ki doğru yolun değeri onu doğru bir şekilde yaşama isteği pekişmelidir. Ve yine bu ayette görüyoruz ki Rabbimizden istediğimiz doğru yolun adı gibi tarifi de dosdoğru yapılmış. Hem ne olduğunu bize öğretilmiş hem de ne olmadığı... Önce ne olduğu ile başlayalım üzerine nimet verilenler kimlerdir? Aklımıza ilk gelen elbette Nisa 69 ve 70. Ayetler;
وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاًۜ
ذلكَ الْفَضْلُ مِنَ اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ عَل۪يماً۟
Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!
Bu lütuf Allah’tandır; bilen olarak Allah yeter. (Nisa 69 /70)
Kur'an ayetleri birbirini tefsir eder yalnız burada dikkatimizi çeken bir nokta var ki Nisa suresi Fatiha suresi indirildikten yıllar sonra Medine'de indirilmiş bir suredir. Peki Nisa 69 ininceye kadar acaba müminler kendilerine nimet verilenlerin yolu deyince nimet verilenler olarak kimi anladılar? İşte bu sorunun doğru cevabı için yine Fatiha suresine başvuruyoruz yukarıda da söylediğimiz gibi Hz. Ali'nin ifadesi ile Fatiha Kur'an'ın özeti şimdi bu özetten nimet verilenlerin kim olduğunu bulalım;
-her işleri Allah adına olanlar
-ilk muamelelerini merhamet üzerinden yürütenler
-Hamdleşmiş bir hayat yaşayanlar.
- Rab olarak Allah'ı tanıyanlar ne bütün alemin nizamının da bu şekilde olması gerektiğini kabul edenler.
-merhameti adaletine engel olmayanlar
-Din günü endişesi taşıyanlar ve kulluğunu buna göre düzenleyenler.
-yalnızca Allah'a kulluk edenler sadece onun önünde eğilenler ve kulluğu bütün hayatlarına yayanlar
-kulluğu rabbine yaptığı gibi yardımı da rabbinden bekleyenler
-doğru yolda olmayı doğru yolda kalmayı doğru yolda ölmeyi hedefleyenler...
İşte tüm bunlar üzerlerine nimet verilmiş insanlardır. Bu özelliklerden uzak yaşayanlar ise Allah'ın gazabını hak eden ve doğru yoldan sapan insanlardır.
Peki kimdir bu gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar?
Adiyy İbnü Hâtim’den gelen bir rivâyete göre Hz. Peygamber (SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM) şöyle buyurmuştur:
“(Fâtiha’da geçen) el-mağdûbi aleyhim (Allâh’ın gazabına uğrayanlar) yahûdilerdir. Ed-dâllîn (sapıtanlar) de hıristiyanlardır.” (Tirmizî, Tefsir 2)
Neden gazaba uğradılar peki diye tarihe göz attığımız zaman yahudilerin en çok öne çıkan özelliklerinin bildikleri halde yapmadıkları olduğunu görüyoruz. Örneğin Bakara suresinde geçen şu mübarek ayeti kerime onların bu özelliklerini aşikâr olarak ortaya koymaktadır
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۜ وَاِنَّ فَر۪يقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
‘’Kendilerine kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Yine de içlerinden bir grup bile bile gerçeği saklıyorlar.’’ (Bakara/ 146)
Gördüğümüz gibi Allah Rasûlü’ne ya da O’nunla birlikte gelen Kur'an-ı Kerim'e iman etmeme sebepleri bilgisizlik değil bile bile inkâr işte bu Allah'ın öfkesini celb etmektedir. Peki ya biz? Bile bile sırt döndüğümüz ayetler var mı? Örneğin bir müslüman olarak namaz kılmanın farz olduğunu bilmeyen var mı? Peki bu bilgiye rağmen yapan kaç kişi? Evet belki inkâr edilmediği sürece ibadeti terk kişiyi dinden çıkarmaz fakat bu durum yukarıda da izah ettiğimiz gibi yardım kullukla beraber gelir bunu unutmayalım. Önce yalnız O’na kulluk sonra yalnız O’ndan yardım.
Ya sapıtanların özelliği neydi? Hristiyanların öne çıkan en belirgin özellikleri ise hem tarihte hem de Kur'an-ı Kerim'de gördüğümüz kadarıyla bilmeden yapmak. Yani herhangi bir emir üzerinde düşünmeden kafa yormadan din adamları böyle söylüyor kayıtsız şartsız kabul şeklinde bir davranış. İşte bu da insanı saptırır. Allah Rasûlü’nün uygulamaları hakkında dahi sahabenin yeri geldiğinde Ya Rasûlallah bu senin görüşün mü yoksa Allah'ın emri mi diye sormasına bakarsak sırf din adamı söyledi diye onun haramını haram, helalini helal kabul etmenin onu rab edinmek olduğunu anlarız. Hem surede Allah'ın bize öğrettiği ve Mekke dönemi boyunca inen ayetlerde en çok göreceğimiz rabb’lik sıfatını daha iyi anlamak hem de bu ayette din adamlarını rabler edinmenin onlara kayıtsız şartsız teslimiyetten geçtiğini anlamak üzere şu hadis-i şerifi buraya ekliyorum.
İslâm’a girmeden önce Hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem Peygamberimize (Sallallahu aleyhi ve sellem) gelmiş, O’nun “Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler.” (Tevbe 31) mealindeki ayeti okuduğunu işitince: “Ya Rasûlullah, Onlar bunlara ibadet etmediler” demiştir. Rasûl-u Ekrem de şu cevabı vermiştir: “Onların hahamları, onlara helâli haram kılmış, haramı da helâl kılmışlar, onlar da bunları uygulamışlardır. İşte onların hahamlarını rab’ler edinmeleri bundan ibarettir.” (Tirmizi tefsiru suret 9.10.)
İşte Hristiyanların sapıtmalarında en öne çıkan özellikleri bu idi yani düşünmeden sorgulamadan din adamına teslimiyet.
Allah cümle müslümanları bu iki hataya da düşmekten korusun.
Ayet-i kerimeyi doğru anlamak için önce iki kelimeyi doğru anlamaya gayret edelim birisi gazap;
Sözlükte “öfkelenmek, kızmak” anlamında masdar ve “öfke, kızgınlık” anlamında isim olarak yer alan gazab (gadab) kelimesi Kur’an’da türevleriyle birlikte yirmi dört âyette geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġḍb” md.). Bunların on dokuzunda Allah’a, diğerlerinde kula nisbet edilmiştir.
Diğeri ise Dalâl ya da dalalet;
Dalâl veya dalâlet masdarları sözlükte “kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi mânalara gelmekle beraber asıl anlamları “bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak “tır. Bu temel mânadan hareketle dalâlet mecazi olarak “akla, duyulara ve gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek” karşılığında da kullanılmıştır. Genellikle “maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek” veya “istenen her türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak” şeklinde tarif edilen dalâlet daha çok “dinî yoldan sapmak” anlamında kullanılır (et-Ta’rîfât, “Ḍalâlet” md.; Tehânevî, Keşşâf, “Ḍalâl” md.).
Sözlük anlamından da anladığımız gibi Biz Allah'tan dosdoğru yolu isterken bu insanlarda dosdoğru yolun içerisinde sapıp kaybolmuşlar. Hak kisvesinde bir bâtıla teslim olmuşlar.
Bir grup bile bile inkarlarıyla Allah'ın yani surede bize öğretildiği gibi sayısını bilemediğimiz kadar çok alemin rabbi olan varlığın öfkesini üzerlerine çekerken bu sınıftaki insanlar da doğru yolun içerisinde yanlış yöntemle kazanma kuşağında kaybetmişler.
ÇOCUK EĞİTİMİNE BAKAN YÖNÜ:
Üzerine nimet verilenlerin yoluna iletilmeyi isterken çocuklarımın nimet anlayışını nasıl doğru bir düzleme getirebilirim önce onu konuşalım. Örneğin Allah'ın kendisine Kur'an nimetini sunduğu bir anne evinde sürekli eksikleri ve olmayanları konuşuyorsa Allah'ın ona sunduğu Kur'an nimet ini görmezden geliyorsa çocuk üzerinde nimet verilenler olarak kimi telâkki edecektir?
Burada çok zengin akrabalarının hilafına standardın altında bir hayat yaşayan ilkokulu bile bitirememiş hafız bir teyzenin söylediklerini 40 yaşındaki oğlu şöyle anlatıyor; biz anneme ne zaman neden bizim de amcamlar gibi şunumuz yok bunumuz yok desek annemin hiç iç geçirdiğini hatırlamam hep derdi ki olsun Allah bize de Kur'an'ı ikram etti.
İşte bunun için çocukların gözündeki nimet anlayışını doğru yerleştirilmek için Kur'an'ın ve Allah'a kul olabilmenin insan üzerindeki en büyük nimet olduğunu çocuklarımız iliklerine kadar hissetmeli. Neye ne kadar değer vereceklerini neticede küçük yaşta bizim değer verdiklerimiz üzerinden öğrenecekler. Kuran'ı zenginlik görmeyen bir anne-babanın çocuğu zenginliği nerede arayacak nerede bulacak çok uzak değil. Kur'an ve hadisle müşerref olmuş fakat evi arabası yok diye hala kiradayız diye kendini mahzun eden kıymetsiz dünya malı için kıymetli bir yüreği üzen bir ebeveyn verilen en büyük nimetin Kur'an ve iman nimeti olduğunu nasıl anlatacak çocuklarına? Üzerimize verilen en büyük nimeti anlamak adına Hz. İsa ile kötürüm bir adam arasında geçen şu olayı nakletmekte fayda vardır;
‘’İsa Aleyhisselam bir ağacın altında kendinden geçmiş bir halde dua eden birini görür. Dikkatlice baktığında adamın ayakları tutmayan bir kötürüm olduğunu anlar. Sonra iki gözünün de görmediğini fark eder. Vücuduna dikkatlice baktığında ise cildinde baras hastalığı olduğunu görür. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua etmektedir: "Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.." Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaşır: -Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor; bedenin de sağlıklı görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen? Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam şöyle der: -Efendi! Allahü Teâlâ bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor ve: "Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!" diye teşekkür etmekten kendimi alamıyorum. Baş gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa Aleyhisselam: -Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa Aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam: -Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber: -Belli olmuyor mu? deyince: -Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden İsa Aleyhisselam: -Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar. Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur: -Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O'ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O'na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki: -Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında? Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa Aleyhisselam’ın elini öpmek isterler. Ama Allahın Peygamberi işaret eder: "Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!.." Derler ki: "Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık." Hazreti İsa bunlara şu cevabı verir: "Öyle ise tefekkür edin, siz de düşünün. Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!’’
Tabii yine bu ayette dikkatimizi çeken yaşı ve ruhsal durumu göz önünde bulundurularak çocuğa ne olması gereken öğretilirken ne olmaması gerektiği hakkında da özlü bilgi verilmeli. Fakat bu bilgilendirme hem yaşına göre olmalı hem özlü olmalı hem de ihtiyaç kadar olmalı. Nimet verilenleri yani olması gerekenleri tanıdığı gibi, gazabına uğrayan ve sapıtanları da tanımalı fakat Bediuzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle ‘’ batılın iyice tasviri saf zihinleri bozacağından’’ açılış için ana vasıfların verilmesi yeterli. Bir de yukarıda ayetin tefsirini izah ederken dikkatimizi çeken yahudilerin çok bilmelerine rağmen kabul etmemeleri bilgi yüklü fakat yaşamaktan uzak bir hayat ortaya koymaları. Peki bir ebeveyn olarak ben çocuklarıma nasıl bir profil sunuyorum çok bilen çok iyi anlatan ama yaşamayan örneğin peygamberin babalığını her yerde anlatıp kendi çocuklarına sunamayan bir baba, Hatice annemizin anneliğini her fırsatta anlatıp yoluna kurban olan ama iş o güzel ahlakı sergilemeye gelince akim kalan bir anne miyim? Yoksa benim vasıflarım arasında da çok bilen ama yaşamayan diye bir vasıf var mı? Daha önceleri Anadolu irfanına sahip ilkokul bile bitirememiş anneler büyük büyük adamlar yetiştirirken bu anneler Oxford mezunu muydu dedirtirken insanlara, bugün okuma konusunda çok daha geniş imkanlara sahip olmamıza rağmen iki çocukta bocalamamızı bilgi yüklü ama amel den uzak yaklaşımlarda bulabilir miyiz? Bu şekilde nasıl bir gazaba uğranılır hafazanallah tahmin edebiliyor muyuz? Allah bize öğrendiğimiz güzellikleri amel etme niyetiyle öğrenmeyi nasip etsin. Çanakkale'de yaklaşık 300 kiloluk mermiyi sırtlayan Seyit Onbaşı'nın annesini anlatırken söylediği şu; ‘’Benim annem okuma yazma bilmez bir köylü kadınıdır ama bana tembihlediği hep şuydu oğlum bizim köyün hocası dedi ki sen üstüne düşeni yap hatta en iyisini yap gerisi Allah'a kalmış. Ben annemden hep bunu duydum ve o gün her şey bitti dediğimiz zamanda bu söz kulaklarımda yankılandı ben üzerime düşeni yaptım gerisi sizin de gördüğünüz gibi Allah'ın takdiri...’’ Demek ki başarmak için çok bilen çok konuşan değil bildiğini yaşayan olmak lazım. Yoksa çok bilgi bazen insanı ilmi ile kibretmeye götürür ki bu hal kişinin ilmini de amelini de hatta Allah muhafaza belki eğittiklerini de helak eder.
Ve sapıtanların yoluna da değil...
İşte harika denge birinde çok bilip amel etmemenin helake anlatılırken burada ise bilmeden amel etmenin tehlikesi öğretiliyor. Kulaktan dolma bilgilerle çocuğunu beslemeyen, kulaktan dolma bilgilerle çocuğuna bir eğitim hayatı sunmayan ebeveynler olarak çocuğumuz için en önemli eğitim olan din eğitimini de kulaktan dolma bilgilerle yapamayız. Çok bilip yapmamak ne kadar tehlikeli ise bilmeden falandan duydum filandan duydum diye uyguladığımız bir din anlayışı da o kadar tehlikelidir. Çocuğumuza bir yumurtayı köyden, suyu kaynağından, sütü mümkün mertebe en doğal halinden içirmek için gösterdiğimiz çabayı bu dini ana kaynaklarından arı duru bir şekilde sunmak için de göstermek zorundayız...
Rabbim yardımcımız olsun